27 Ağustos 2021 Cuma

Evin Yeni Üyesi: MARS

Mars bizim eve geldiğinden beri yani yaklaşık 3 haftadır bu yazıyı yazmak aklımdaydı. Bugün, bir günle kaçırdığım Dünya Köpek Günü'nü bahane ederek yazıyorum ama asıl neden Mars'ın hızlı büyümesi. 


Kısa bir süre sonra 14 yaşını bitirecek olan Zeynep, ilkokul döneminden beri "bir köpeğim olsun" sevdasıyla yanıp tutuşuyordu. Sürekli dile getirdiği, zaman zaman daha da alevlenen bu isteğine karşı ise bizim tek bir cevabımız vardı: "Müstakil bir evimiz olunca"


Biz onu bu cevapla 7-8 yıl kadar oyaladıktan sonra, 2020'yi bitirmeye sayılı günler kala, büyük bahçeli ve tam müstakil bir evimiz oldu. Artık bu işi öteleyemeyeceğimizi biliyorduk. Niyetimiz Haziran'da taşınır taşınmaz, en yakın barınağa gidip, bir yavru köpek sahiplenmekti. Yavru istiyorduk çünkü aklımızdaki büyük cins bir köpekti ve daha küçükken birbirimize alışmak istiyorduk. Bu arada ben de yeni kuralı açıklamıştım: Köpek eve girmeyecek! (şimdilerde koyduğum bu kural için daha da mutluyum)


Biz barınağa gitmeye düşünürken, Sivrihisarlı bir arkadaşımız aracılığıyla yolumuz, sütten yeni kesilmiş Mars'la kesişti. Böylece Eskişehir'den İzmir'e birlikte yaptığımız bir seyahat sonrası, o yeni evine geldi, biz de köpekli yeni hayatımıza başladık. 


7 haftalıkken 3.400 gr ağırlıkla bize gelen Mars, 3 haftada 3 kilo ağırlaşıp, 1 karış uzadı. Günlük rutini kısaca: Yemeğini ye, oyna, uyu şeklinde. Yani insan yavrusundan bir farkı yok. Biz de onu çok seviyor, bakımını eksiksiz yapmaya çalışıyor, onunla oynuyor ve uzun uzun onu seyrediyoruz. Yani her ebeveyn gibi :)


Bu yazı Mars'la ilgili bir girizgah olsun. Adı nasıl Mars oldu? Şimdiye kadar köpek bakımıyla ilgili neler öğrendik? Köpeği olmasını çok isteyen evimizin ergeni ile Mars'ın arası nasıl? gibi uzayıp giden soruların cevapları da gelecek yayınlarda...


26 Ağustos 2021 Perşembe

TabiatımızÖzel

Bir restorana gitmek için seçim yaparken, mümkünse menüsünü önden görebilmek istiyorum ben. Ve eğer çarşaf çarşaf uzanan bir listeyle karşılaşıyorsam, direkt vazgeçiyorum orada yemek yemekten. Çünkü lezzetin çok çeşitte değil, mevsiminde ve kaliteli -hatta lokal- malzemelerle hazırlanmış az ama öz bir menüde olduğunu defalarca deneyimledim. 


Menüsünü bu tarz hazırlayan mekanların son dönemde dikkat ettikleri bir başka konu da "sıfır atık". Çünkü kayaklar hızla tükenirken, gelecek nesillere sahip olabilecekleri bir şeyler bırakmak için bizim adım atmamız şart. Bu mottoyla, mutfağında sıfır atık prensibiyle çalışan şeflerin başında da, Neolokal'in mutfağında %96 Sürdürülebilir Sıfık Atık Menüsü hazırlayan Maksut Aşkar geliyor. Maksut Aşkar, Neolokal'de Anadolu tatlarını modern bir bakışla sunarken, atık çıkarmamaya da özellikle dikkat ediyor. Çıkan çok az miktar da atık da, bahçelerinde kompost oluyor. 


Geleceğe Artı Değer başlığı altında çevre konusunda sosyal sorumluluk projelerine imza atan markalardan birisi ise Anadolu Efes. Çözümün bir parçası olmak için ürün ambalajlarından restoranlardaki servis sunumlarına kadar sürdürülebilirlik çerçevesinde değişiklikler yapmış Efes. Sıcak bir yaz akşamında gün batımında içtiğim soğuk birkaç koca yudum dışında benim birayla aram pek iyi olmasa da, sevenleri bu değişiklikleri fark etmiştir herhalde. Bir fark de Efes +1 şişelerinde. Şişelerin arkasındaki karekodu telefonunuzla okuttuğunuzda, ağaçlandırma yapılacak alanda yer almasını istediğiniz ağacın tohumunu seçerek bu projenin bir parçası olunabiliyor. Amaç Orman Genel Müdürlüğü'nden alınan izinlerle Mersin ve Artvin'deki alanlara 2 milyon tohumu toprakla buluşturmak. #tabiatımızözel etiketiyle duyurulmaya çalışılan projenin en güzel yanı ise ürün alımına bağlı olmaması. Pamuk eller karekod okutmaya yani...

Efes bu özel kampaya için Maksut Şef'le işbirliği yapmış elbette. Dün akşam Urla'da Rastavlu'da Efes'in evsahipliğinda Maksut Aşkar ile keyifli bir akşam geçirdik. Zahter baharatının içinde kavun-karpuz çekirdeği olduğundan, kullandığımız limonların kabuklarını nasıl değerlendirebileceğimize dair çok özel bilgiler öğrendik. Neolokal mutfağından çok lezzetli tatlar denedik. Bir de birlikte hemencecik bir et tartar hazırlayıp yedik. 

İzmir'e daha yeni taşınmışken böyle keyifli bir etkinlikte bulunmak çok keyifliydi. severek takip ettiğin bir şeflebirlikte olmak da çok özel. 

Tohum toplarının bir an önce toprakla buluşup, koca koca ağaçlara dönüşebilmesi dileğiyle... #tabiatımızözel Hem de çok!


28 Mart 2021 Pazar

Agora Meyhanesi: Asteri ile Eleni'nin aşkı


Cumartesi günü, Sen Anlat İstanbul'un rehberlerinden Saadet Akdoğan önderliğinde, 18 binden fazla adım attım dışarda. Hem de Fener - Balat - Ayvansaray sokaklarında. Öğlen yemeği için verdiğimiz 1 saatlik molanın dışında, hiç durmadan anlattı Saadet Hanım. Surları, camileri, evleri, kiliseleri, sokakları... Hem de öyle güzel hikayelerle anlattı ki, bir masal dinler gibi dinledim O'nu. 

Tarihi yarımadayı çevreleyen surların, hangi kısmının Roma dönemine ait olduğunu ve hangi kısmının Osmanlı döneminde restorasyona uğradığını bi bakışta anlamayı öğrenmek isterseniz, siz de katılın bu tura. Ya da yüksek duvarların arkasında kalan kiliselerin içini gezmek, Balat evlerinin neden cumbalı olduğunu, Demir Kilise'nin deniz yoluyla nasıl taşındığını, Fener Rum Okulu'nda okutulan dersleri, sokak isimlerinin nereden geldiğini ve çok daha fazlasını öğrenmek için. 

Keyifle dinleyip, öğrendiğim tüm bilgileri ve hikayeleri burdan sizinle paylaşmam mümkün değil. Zaten ne kadar iyi yazılırsa yazılsın, iyi bir anlatıcıdan, yerinde dinlemesi çok daha keyifli bence. Ama Balat'ta Leblebiciler Sokak'taki tarihi Agora Meyhanesi'nin hikayesini aklımda kaldığınca  paylaşmadan edemeyeceğim. 

Hikayeye başlamadan önce şu iki bilgiyi vermekte fayda var: Hani şu meşhur şarkıya konu olan Agora Meyhanesi var ya, o meyhane İzmir'deymiş, yani burası değil. Bir de Balat'ta birbirine yakın 2 ayrı Agora Meyhanesi var. Vodina Caddesi'ndeki meyhanenin tabelasında Agora Meyhanesi yazıyor ki, bu hikaye ona da ait değil. Çünkü hikayeye konu olan Agora Meyhanesi 1890'da kurulmuş olsa da, isim hakkını diğeri daha önce aldığı için, ana tabelasında "meyhane" kelimesini kullanamıyor. Bu nedenle kapıda Agora 1890 yazıyor. 

Şimdi gelelim 130 yıllık hikayeye:

Gökçeada kökenli genç Rum kaptan Asteri, teknesinden Balat limanına mal indirirken, Şehir Hatları Vapuru'ndan inen Rum kızı Eleni'yi görür ve görür görmez aşık olur. Biraz araştırınca öğrenir ki, Eleni bir bankerin kızıdır. Araya bir tanıdığı sokup, kızla mektuplaşmaya başlar. Bir süre sonra da genç kıza evlenme teklif eder. Gel gör ki, Eleni "Kaptanın parası pul, karısı duldur. Ancak karada bir iş yaparsan seninle evlenirim" der. 

Asteri aşkı uğruna hiç düşünmeden kaptanlığı bırakır ve ailece ürettikleri sirke, şıra ve şarapları satmak için bir yer açmaya karar verir. İlk iş olarak teknesini satar ve onun parasıyla, geçmişte Bizans ahırları olan eski binayı satın alır. Sırada içki ruhsatı almak vardır. Sultan Abdülhamit'ten ruhsatı alması da 15 gün sürer.  Dükkanına da Rumca çarşı anlamına gelen agora adını verir.

Hikayenin Asteri ve Eleni'ye ait olan kısmının devamını bilmiyorum. Ama herhalde evlenip, mutlu mesut yaşadılar ki, meyhane de babadan oğula devam etmiş.

Asteri Dulidis'ten sonra oğlu Stelyo Dulidis devralmış işi. Ancak 6-7 Eylül olaylarından Agora Meyhanesi de nasibini almış ve meyhane büyük ölçüde yanmış. Stelyo Dulidis, yeniden ayağa kalkabilmek için, meyhanenin denize bakan kısmını satmış ve buradan kazandığı parayla geri kalanını restore etmiş. Stelyo Dulidis'in ardından da işin başına oğlu Hristo geçmiş.  

Hristo Dulidis ve eşi Ergenya, annesi işçi olarak Almanya'ya giden Ersin Kalkan'ı himayelerine alıp, ona kol kanat olurlar. O dönemde bir terzinin yanında çıraklık yapan Ersin Kalkan, Dulidis'in teklifiyle Agora'da kalfa olarak çalışmaya başlar ve bu 4 yıl devam eder. Eğitim hayatının sonunda ona gazeteciliğin kapılarını açan ise Agora'da tanıştığı Cemal Süreyya'ya yaptığı asistanlıktır. 

2000'lere gelindiğinde, Balat'ta artık kimsesi kalmayan Hristo Dulidis, Selanik'e taşınmak ister. Agora'yı da, bu meyhanenin geleneğini en iyi yansıtacak kişi olduğuna inandığı için Ersin Kalkan'a satar. Ersin Kalkan da, yaptığı restorasyonun ardından yola devam eder. Ve 2013 yılında meyhane Agora 1890 adıyla kapılarını yeniden açar. 

Bir de dedikodu vereyim size: Agora 1890'da her an Ezel Akay'a denk gelebilirsiniz. Çünkü Akay da bu meyhanenin ortaklarından biriymiş... 




22 Mart 2021 Pazartesi

Tesadüf mü tutku mu?


Dersi bitiren zil çalınca, resim kağıdıyla kara kalemini kapıp, hızla çıktı sınıfın kapısından. Bir üst kattaki fen sınıfına dalıp, elindekileri arkadaşına uzattı. Kendisi de onun sırasına oturup, yazmaya başladı. Anlaşma basitti, o arkadaşı için edebiyat hocasının ödev olarak verdiği kompozisyonu yazacaktı, arkadaşı da onun için resim öğretmenin ödev olarak verdiği portreyi çizecekti. 10 dakikada...

Öğleden sonra okul çıkışı hızla yürüdü eve. Annesinin günü vardı, bu da demek oluyordu ki, çantasını eve bırakır bırakmaz Altınkek'e gidip talaş böreği alacaktı. Ah o sıcacık talaş börekleri ne güzeldi! Eğer şanslıysa satıcı bir de yeni çıkmış patatesli börekitaslardan ikram ederdi ki, tadına doyum olmazdı... Annesinin hazırladığı ikramlar da cabası.

Üniversite tercihlerini yaptığı o akşam, neleri yazacağını pek bilmiyordu ama neler seçmeyeceğini biliyordu. Fen bölümleri ona göre değildi. Fizikle, kimyayla hiç iyi olmamıştı arası. Sırf "tembel öğrenciler gidiyor" diye lisede edebiyat sınıfına gidememiş, matematik bölümüne devam etmişti ama sınavda yeterince matematik yapamayacağını da biliyordu. Geriye kalıyordu sözeller. Yani okumalı-yazmalı bölümler. O gün o masanın başında, ona yardımcı olan abiyle, annesinin ikramları eşliğinde, "hadi hayırlısı" deyip, puanlarına göre sıralamışlardı bölümleri. Çayın yanında su böreği mi vardı o akşam masada?

3 ay sonra iletişim fakültesinin kapısından girerken, üniversite hayatı boyunca neler yaşayacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. İlk sene, ilk dönem eksiksiz girdi derslere. Sınıfın en iyi dinleyicilerinden biri ve en iyi not tutanıydı. Bol bol yazıyordu yani yine. Nasıl olduğunu anlamamıştı ama yazdıkları, bütün birinci sınıflar arasında elden ele çoğalarak dolaşıyordu.

Gazetecilik mesleğini okulda değil de sahada öğrenebileceğini anlaması pek uzun sürmedi. O nedenle arkadaşının, bir Mayıs günü okulun bahçesinde sorduğu "çalışmak ister misin?" sorusuna, düşünmeden "evet" dedi. Kendisine gösterilen masaya oturduğunda, uzun bir süre bakıştılar bilgisayarın klavyesiyle. O güne kadar hep yazmıştı ama kalemle. Hemen karşısındaki masada oturan arkadaşına "Nokta nerde? , Ünlemi bulamadım" diye diye başladı tuşlara basmaya. Arkadaşı ona klavyeyi öğretti, faks çekmeyi öğretti, haber yazmayı öğretti... O da ailesinden uzakta tek yaşayan arkadaşına kısır getirdi, börek getirdi...

5 yıl sonra, milenyum çağının ilk yılı hayatında yeni sayfalar açtı ona. Yeni bir şehir, yeni bir iş, yeni arkadaşlar... Doğduğu ve 23 yıl boyunca hiç çıkmadığı İstanbul'dan kopmuş, küçük bir şehrin, küçük bir kasabasına yerleşmişti. İş için de bir gıda firmasının kapısından içeri girmişti. Ondan beklenen,  temelde yine yazmasıydı. Bu kez daha rahattı çünkü artık bu işi nasıl yapacağını biliyordu. Artık kelimeler daha kolay çıkıyordu klavyesinden ama onun aklı kelimelerde değil, arada üst kattaki ofis masalarının etrafında kokusu dolanan gözlemelerdeydi. Öğlen yemeği için sıraya girdiği koca yemekhane, arka taraftaki kantin, arada yemek için sanayiye kaçışlar, hazır ürün fabrikasında üretim bandından mideye indirdiği nuget'lar. Çocukken annesinin bir lokma yedirmek için saatlerce uğraştığı aşırı zayıf kız, ne ara böyle iştahlı olmuştu? 


Üstelik bu arada Erzurumlu kökler, Ege'yle birleşmişti. Köyden gelen sade tereyağına sızma zeytinyağı; kırmızı ete balık çeşitleri eklenmişti. Zamanla da diğer deniz mahsülleri, otlar... Üstelik sadece sofradaki çeşitler değil, masa etrafındaki buluşmalar da şenleniyordu. Var mıydı arkadaşlarla toplaşılan güzel bir masadan daha güzeli? 

Yazıyordu bu arada yine. Patronu için basın bültenleri, editörlüğünü yaptığı yemek dergisi için tarifler ve gezi notları, salatasını çok beğenen arkadaşı için tarif mailleri, haftasonu gittiği restoranla ilgili fikrini soranlar için uzun telefon mesajları, kızının her gününü not aldığı blog... Yazıyordu, geziyordu, gezip güzel yemekler yiyordu, sofralar hazırlıyordu... mutluydu...

45 yıllık hayatı ona öğretti ki, 

Yazmayı seviyordu. O zaman arada rölantiye alsa da kendini, hep devam etmeliydi buna. 

Güzel yemekler yemeyi, sevdiklerine yemek yedirmeyi, kalabalık sofralar etrafında vakit geçirmeyi, değişik tatlar denemeyi  seviyordu. O zaman buna da devam etmeliydi. 

İşte bu hikayedeki, iki sevginin sonucudur bu satırlar. İletişim Fakültesine girmem tesadüftü belki? Hatta çalışma hayatımın büyük bölümünü bir gıda şirketinde geçirmiş olmam da. Ama biliyorum ki, yazmak ve mutfak benim için tutku! O zaman yola devam... 

Sevdiklerimizle paylaştığımız sofralarımız, yeni lezzetler peşinden gittiğimiz yollarımız çok olsun!

Yazının videosunu buradan izleyebilirsiniz.

 

18 Mart 2021 Perşembe

Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Bir Kahve Belgeseli


Dün akşam reklamı karşıma çıkınca, bugün öğle kahvemi içerken izledim "Göz Açıp Kapayıncaya Kadar Bir Kahve Belgeseli"ni. Arçelik'in hazırladığı ve merkezinde Okan Bayülgen'in olduğu işin ana teması "kahve makinaları faydalıdır" olsa da, bu kör göze parmak yapılmadan o kadar güzel ve özel anlatılmış ki, 1 saat 14 dakikalık belgesel gerçekten göz açıp kapayıncaya kadar bitti. 

"Reklam değil. Film gibi ama film de değil" diyor Bayülgen repliklerden birinde. Arçelik'in instagram sayfasında ise docudrama olarak adlandırılmış bu film. Ben de önce bunun ne demek olduğuna baktım. Documentary ve drama kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış ve yarı belgesel demekmiş. Bu işin böyle adlandırılmasının nedeni de, alanlarında uzman isimlerin anlatımlarıyla, Okan Bayülgen'in canlandırdığı tiplemenin biraraya gelmesi sanırım. 

Okan Bayülgen filmin hem oyuncusu hem de iki yazarından biri (Yazan diğer isim Selin Atasoy.) Hal böyle olunca, iş de tam Bayülgen kafasında olmuş. Filme drama özelliğini veren ana karakter, hiç uyumadığı için kısa uykularından birdenbire uyanan, sonrasında da yine kısa uykulara ihtiyaç duyan bir adam. Filmin belgesel yönüne ise pek çok isim katkıda bulunmuş:   

Tarihçi - Yazar Doç. Dr. Emrah Safa Gürkan kahvenin ortaya çıkışını ve 16. yüzyılda İstanbul'dan geçerek Avrupa'ya nasıl yayıldığını anlatıyor mesela. Osmanlı'da kahve içmenin nasıl bir keyif olduğunu, bugün zincir kahvecilere neden daha çok beyaz yakalı çalışanların gittiğini...

Eğitimci - Danışman Osman Serim, Türk kahvesinin özelliklerini anlatıyor. Dünya kahve pazarında nasıl yer edinebileceğimizi, kahve makinalarından sonra mutfaklarda kahveyle ilgili hangi makinenin çıkması gerektiğini...

Parfümör - Yazar Vedat Ozan aslında sadece burnumuzla değil gırtlağımızla da koku aldığımızdan bahsedip, kahvenin bu konudaki özelliğinden bahsediyor. 

Müzisyen Tuncer Tunceli (kendisinin yolu Bayülgen'le Zaga'da da kesişmiştir) sineztezi diye bir kavramdan bahsediyor ki, tam bu noktada videoyu biraz durdurmanız gerekebilir. Çünkü aklınız başka yerlere kayacak. Mesela benim aklım kavrulan domates kokusuna ve annemin domatesli pilav yaptığı pikniklerimize gitti. 

Kahveyi neden höpürdeterek içmek gerekir? Adlarını söylerken zorlandığımız kahvelerin pek çoğu aslında hangi kahveden türemiştir?  Uyuyamadığımız için mi kahve içiyoruz yoksa kahve içtiğimiz için mi uyuyamıyoruz? Balzac gerçekten kahve yüzünden mi öldü? Günde 3 sade Türk kahvesi içen Ahmet Ümit'in kahveyle ilgili çocukluk anısı ne? Kız istenirken damat neden tuzlu kahve içer? Bu soruların ve daha fazlasının cevaplarını da diğer katılımcılar veriyor. Ve tabii kapanış da 2002 yılından bu yana Arçelik Kahve Makinalarını tasarlayan ekipte yer alan 3 endüstriyel tasarımcının anlattıklarıyla yapılıyor. 

Taze demlenmiş mis gibi bi filtre kahvenin kokusunu duyunca dayanamam ama bana "tarafını seç" deseler, oyumu hiç düşünmeden Türk Kahvesi'ne veririm. Sade, bol köpüklü ve mümkünse duble. Bu nedenle "kardeşim madem memleketimize gelip dükkan açtınız, ne demek bizde Türk kahvesi yok?!" diyecek kadar da atarlıyımdır. Evde 6 yıldır kahveyi makineyle yaptığımı da düşünürsek, genel olarak keyifle izledim bu filmi. 

Şimdi gelelim filmin sonunda takıldığım birkaç konuya: 

3.20'inci dakikada kahramanımızın "ben kendime güzel koyu bir kahve yapayım" dedikten sonra Türk kahvesi yapmasını yadırgadım biraz. Koyu deyince aklıma olması gerekenden daha fazla kahve miktarıyla demlenmiş filtre kahve geldi çünkü. "Kendime bol köpüklü -ya da telvesi bol- bir kahve yapayım" dese daha iyi olurdu sanki?

Tuncer Tunceli'nin bahsettiği ama sözlerini tam olarak hatırlamadığı Barış Manço şarkısı elbette kafama takıldı. Şarkının adını söyleyeyim, sizin kafanıza takılmasın: Eski Bir Fincan. Sözlerini de sona ekliyorum. Buyrun, adı geçen diğer şarkı olan One More Cup of Coffee'yi de buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. 


Peki filmin ortalarında içini de gördüğümüz ama kapanış sahnesindeki harika balkon, hangi apartmana ait? 

İtalyan mimari tarzıyla U şeklinde inşa edilen ve 400 metrekarelik eşsiz bahçesiyle şahane bir avlusu bulunan apartman, Beyoğlu'ndaki Doğan Apartmanı. 127 yıldır pek çok sanatçı, oyuncuya, gazeteciye evsahipliği yapan binayı daha önce başka güzel işlerde de gördünüz aslında. Şener Şen'in oynadığı Muhsin Bey filmi ile Eşkıya'yı bi düşünün mesela. 

Ve son olarak bu filmden akılda kalan birkaç cümle:

* "Mutlu muyum? sorusu bir tuzaktır. İnsanın kendi kendisine tuzak kurmasıdır."

* "İnsan hem İstanbul'a gelip, hem İstanbul'dan döner mi? E olur bazen. Bazen, geldiğimiz yere gitmiyor muyuz zaten?"

* "Aslında zehir yoktur, sadece doz vardır. "

* "Hep parlak, abartılı bir an'ı aramak niye?"

 Eski Bir Fincan - Barış Manço

Dinle oğlum, çok eskiden bir konakta
Akşamları gaz lambası ışığında
Paşa dedesinden kalan bu fincanla
Ninem eliyle kahve sunarmış Abdi Bey'e
Yıllar sonra kırk üç - kırk dört harp ortası
Ekmek karnesi ve yoksulluk yılları
Kayınvalidesinden kalan bu fincanla
Bu kez annem eliyle kahve sunarmış Hakkı Bey'e
Eski konak yıllar önce yandı gitti
Ekmek karneli zor günler çoktan bitti
Abdi ve Hakkı Beyler







16 Mart 2021 Salı

Manolyalarla kahve içmek


Bu kahvemi, uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla içmek isterdim, hiç durmadan konuşarak. Ya da uzun ama sakin bir sahil yürüyüşünün ardından, tatlılarını çok sevdiğim kafenin güneş gören masasında oturarak. Gel gör ki, Corona virüsü hala ortalıkta kol geziyor, pandemi renkten renge girerek devam ediyor. Arkadaşlarıma sarılamayalı çok oldu, küçük kafenin kapısı da uzun zamandır kilitli...

Pandeminin ilk günleri sanırım hepimiz için şaşkınlıkla ve merakla geçti. Hatta online konserler izlemek, haftasonları ekmek yapmak falan eğlenceliydi bile. Ama bir yılın ardından ruh durumlarımız parçalı bulutlu. Ne yapacağız peki? Şöyle keyifle bir kahve içmeyecek miyiz artık?Oysa ki, bugünlerde buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. O zaman arada bulutların arasından kendini gösteren güneşin peşine düşme zamanı. Ve yakın çevremizin farkına daha çok varmanın.

Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi'nin tam ortasından defalarca geçtiğiniz belki de? Ama farkında değilsiniz. Çünkü hızla geçen bir aracın içindeydiniz ve yanınızdan hızla akan çokkk yüksek binalara şaşırmakla meşguldünüz. Oysa şahane manolya ağaçlarına, mis kokulu nergislere, pembe bulut gibi açan sakuralara ve daha yüzlerce çiçeğe, bitkiye o kadar yakındınız ki!

2021'inin 15 Mart'ı İstanbul için pandemi haritası rengi turuncu, hava durumu ise ılık olunca biz kahvemizi kapıp, bu bahçeye gittik. Kahvemizi çiçeklerini dökmeye başlayan manolyalarla içtik. Nasıl geçtiğini anlamadığımız 2 saatlik yürüyüşün her adımında ruhumuzu hem dinlendirdik hem şenlendirdik. 

Uzaklara gidemiyorsak, yakınları keşfederiz. Arkadaşlarla buluşamıyorsak çiçeğe gideriz. Ama kahve keyfimizi ihmal etmeyiz.   

14 Mart 2021 Pazar

3 masa, 9 sandalye, sonsuz lezzet


 Bizim için İzmir'deki en özel yemek mekanlarından olan Gastrotire, kendi hesabında memleketlisi Heriseİstanbul'u önerince, ilk fırsatta gitmek için hemen yazmıştık aklımızın kenarına. Birkaç kere ciddi ciddi niyetlendik ama nedense hep ertelik. Sonunda da olanlar oldu, restoranlar kapandı. Günler geçip, biz gereksiz yere ertelediklerimiz için hayıflanırken, geçenlerde İstanbul'da restoranların açıldığı haberi yayınlandı. Artık akıllandık tabii, hemen telefonla arayıp rezervasyonumuzu yaptırdık. Çünkü biliyorduk ki, hem kapasiteleri nedeniyle hem de gıda israfına karşı koymak için sadece rezervasyonla misafir kabul ediyorlardı.

Herise İstanbul, Kızıltoprak da 3 masalı bir restoran. Rezervasyon için aradığınızda telefona cevap veren ve gittiğinizde sizi kapıda karşılayan Asude&Bahadır Boğatır çifti, restoranın sahipleri ve aynı zamanda aşçısı, garsonu, kasiyeri yani her şeyi. Bu nedenle de bembeyaz keten örtüleri, masalardaki taze çiçekleri, özenle seçildiği belli tabak-bardakları, dekorasyonda kullanılan bakır kapları, duvardaki keşkek yapan kadınların resimleriyle restorandan çok ev gibi burası. 

Menüsü kısa ve net: 15 günde bir değişen dörtlü meze tabağı, Tire Köfte, tabii ki keşkek, anneanne tarifiyle hazırlanan zerde, kendi yaptıkları şerbet. Ama menünün kısalığı sizi yanıltmasın, yemeklerde kullanılan ve size sunulan her şeydeki malzeme o kadar büyük bir titizlikle seçilmiş ki, her lokması çok özel. 

Yemeklerden önce ikram olarak sunulan kıtırların altında Tire çamur peyniri var, bandırmalara doyamıyorsun. Kekiği kaz dağlarından, zeytinyağı yine Tire'den. Restorana adını da veren Keşkek'in lezzeti mutfaklarında kaynattıkları ilikli kemik suyu ve gerdan etinden geliyor. Yani sadece lezzetli değil, şifalı bu keşkek. Mevsiminde ürün kullanımına son derece dikkat ettiklerinden, Tire Köfte ilkbahar ve yaz aylarında domates sosuyla, sonbahar ve kış aylarında ise tereyağlı tırnak pide üstünde sossuz servis ediliyor. 4 çeşitlik meze tabağının içeriği ise 15 günde bir değişiyor. Bizim şansımıza: Makul atom, ezme piyaz, kuruluk yoğurtlama ve kuru erikli pırasa ekşileme düştü... biz de tabağın içine düştük.

Aklımızda hala bir Salı günü Tire'ye gidip, pazar alışverişinin ardından GastroTire'de kendimizi Serkan Şef'in sunacağı tabaklara bırakmak ve müthiş bir günbatımı izlemek var. Ama uzun bir molanın ardından Herise'ye gitmek o kadar iyi geldi ki.